2002 \ Topkapı Sarayı
Yağmurlu, puslu İstanbul günleriydi. “Osmanlı’daki Dil Akımları” için İngilizce prezentasyon veriyordum. Topkapı Sarayı, Atatürk Kütüphanesi ve Osmanlı Arşivleri arasında mekik dokuyordum. İsmini ilk defa o zaman duydum. Mustafa…
Kanuni Sultan Süleyman’dan olma… Karadağlı Arnavut güzeli Mahidevran Sultan’dan doğma… Şehzade Mustafa! Uzun boyluydu, dedesi Yavuz Sultan Selim Han gibi cesur ve büyükbabası Fatih Sultan Mehmet Han kadar zeki, Hz. Yusuf’un kuyulardan çıkıp kadınlara parmaklarını kestiren güzelliğini anımsatacak kadar da karşı konulmazdı… Hakkında bilgi edindikçe daha çok heyecanlanıyordum…
Hz. Mevlana Mesnevi’nin ilk 18 beyitinde der ki;
Dinle,
Bu ney neler hikâyet eder, ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri
feryâdımdan erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.
İştiyâk derdini şerhedebilmem için,
ayrılık acılarıyla şerha şerhâ olmuş bir kalp isterim.
Aslından vatanından uzaklaşmış olan kimse,
orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar
Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum.
Bedhâl (kötü huylu) olanlarla da, hoşhâl (iyi huylu) olanlarla da düşüp kalktım
Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu.
İçimdeki esrârı araştırmadı.
Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir.
Lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur
Beden ruhtan, ruh bedenden gizli değildir.
Lâkin herkesin ruhu görmesine ruhsat yoktur
Şu neyin sesi ateştir; hava değildir.
Her kimde bu ateş yoksa o kimse yok olsun.
Neydeki ateş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir.
Ney, yârinden ayrılmış olanın arkadaşıdır.
Onun makam perdeleri, bizim nurânî ve zulmânî perdelerimizi yırtmıştır.
Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem demsâz, hem müştâk bir şeyi kim görmüştür
Ney, kanlı bir yoldan bahseder,
Mecnûnâne aşkları hikâye eder
Dile kulaktan başka müşteri olmadığı gibi,
mâneviyâtı idrâk etmeye de bîhûş olandan başka mahrem yoktur
Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti.
O günler, mahrûmiyyetten ve ayrılıktan hâssıl olan ateşlerle arkadaş oldu
Günler geçip gittiyse varsın geçsin.
Ey pak ve mübarek olan insan-ı kâmil; hemen sen var ol !
Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasipsiz olanın da rızkı gecikti.
Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar.
O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.
Mustafa’yı dinlemek bir ney’i dinlemek gibiydi, yazdığı satırları okumak, acısını hissetmek, toprağına yüz sürmek… Gereksiz bir şekilde yapılan İran seferi sırasında babası tarafından bizzat boğdurulan koskoca bir imparatorluğun tek ümidi Mustafa! Cellatlarından biri çocukluk arkadaşıydı. Karşısında onu görünce dilsiz ağzı çözülecekti sanki. “– Baba, ben senin oğlunum. Ben yapmadım baba” dedikçe. Dinlemediler. Haince, hunharca aldılar son nefesini. Düşünmeden edemedim acaba atalarım da o sırada orduda görevde miydiler? Yükselme dönemi benim gözümde o an bitmişti. Zulüm dolu yılların başladığı ve dökülen kanların günahsız alınan bu canın belası olduğunu düşünmüştüm. Kafamda bir o anı yaşıyordum bir o yıllara gidiyordum. Kütüphanenin kocaman camının önünde saatlerce oturduğumu hatırlıyorum. Büyük bir tevekkül içinde hem hayata dair dersler çıkarıyor hem de kendi çapımda halvete eriyordum. Taşlıcalı Yahya’nın dizelerini not ederken gözümden yaşların dökülmesine engel olamamış ve kağıdın ıslaklığından utanıp fotokopi çektirmiştim.
Mustafa’yı dinlemek bir ney’i dinlemek gibiydi, yazdığı satırları okumak, acısını hissetmek, toprağına yüz sürmek… Gereksiz bir şekilde yapılan İran seferi sırasında babası tarafından bizzat boğdurulan koskoca bir imparatorluğun tek ümidi Mustafa! Cellatlarından biri çocukluk arkadaşıydı. Karşısında onu görünce dilsiz ağzı çözülecekti sanki. “– Baba, ben senin oğlunum. Ben yapmadım baba” dedikçe. Dinlemediler. Haince, hunharca aldılar son nefesini. Düşünmeden edemedim acaba atalarım da o sırada orduda görevde miydiler? Yükselme dönemi benim gözümde o an bitmişti. Zulüm dolu yılların başladığı ve dökülen kanların günahsız alınan bu canın belası olduğunu düşünmüştüm. Kafamda bir o anı yaşıyordum bir o yıllara gidiyordum. Kütüphanenin kocaman camının önünde saatlerce oturduğumu hatırlıyorum. Büyük bir tevekkül içinde hem hayata dair dersler çıkarıyor hem de kendi çapımda halvete eriyordum. Taşlıcalı Yahya’nın dizelerini not ederken gözümden yaşların dökülmesine engel olamamış ve kağıdın ıslaklığından utanıp fotokopi çektirmiştim.
“Meded, meded! Bu cihânın yıkıldı bir yanı. Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı. Dolundu mihr-i cemâli, bozuldu erkânı. Vebâle koydular âl ile âl-i osmân’ı. Enîsi gâib erenler, celîsi ehl-i sefâ. Ziyâde ide yaşım gibi rahmetin mevlâ. İlâhi! cennet-i firdevs ana durağ olsun. Nizâm-ı âlem olan pâdişah sağ olsun!”
Orijinal hali mükemmeldir ama çevirisi aşağı yukarı şöyledir;
“Meded, meded! Bu dünyanın bir tarafı yıkıldı. Çünkü ecel eşkıyaları Mustafa Han’ı yakaladılar ve boğdular. Onun güneş gibi parlak yüzü battı ve düzen bozuldu. Osmanoğullarını hile ile günaha soktular.”
Şubat 2014 – Günümüz
Kimsenin ahı kimse de kalır mı? Bu düzen şaşar mı, devran dönmez mi? Koskoca Süleyman da olsan dünya sana kalır mı? 461 yıl geçmiş aradan herkes dua eder arkasından Mustafa’nın… Külliyesinin kapıları yırtılır olmuş. Ey yalan dünya, adaletin geç de olsa zuhur etmez mi?
Şimdi dönsün herkes baksın bir hayatına… Asıl üzüldükleri Mustafa mıdır yoksa kendisi midir? Kimisinin celladı babasıdır, kimisinin abisi, bazısının annesi, kimisinin kocası, sevgilisi… Ya Mahidevran’sındır, ya Hürrem, ya Mustafa, ya Cihangir, ya da Süleyman… Ama mutlaka bir şey olmak zorundasındır. Herkes celladına âşıktır eninde sonunda… Sevgiyle başlayan her şey elbet sonsuzlukta bitecektir…
Bilirim ki; her birinizin yarası derin ama bir o kadar sükûnet içinde. Her kap içindekini sızdırır derler.
Sessizce sorarım bu yüzden;
Sizin cellâdınız kim?
İnancımın tüm hoş görüsüyle selamlarım,
Hoşça kalın