“Aşk mı cehennem mi?”
Ekim 2014
İstanbul
Anadolu Yakası’nda bir yer
Sonbaharın gelişiyle birlikte sarının, yeşilin ve kahvenin bütün güzel tonları bahçede enfes bir tablo yaratmıştı. Kare odanın ortasında tahtadan oyma bir çalışma masası vardı. Yere doğru inen camların bittiği yerde başlayan koyu kırmızı sedirler ve Kâbe’nin örtüsünün üzerinde yazan duanın işlenmiş hali şık bir çerçeve içinde duvara asılmıştı. Masanın başına geçti ve oturdu. Karşısında duran dedesinden kalma hançere baktı. Ormanların taze havasını andıran gözlerini yarı buğulu yarı dolu manzaraya doğru kaldırdı. Yorgundu, hem de çok… Geçen zaman yakışıklılığından hiçbir şey almamıştı. Ellerini ince telli saçlarının arasında gezdirdi. Çekmeceden beyaz bir kâğıt aldı. Dolma kalemini de kutusundan çıkardı. Sevgi neydi? Emekti… Aşk neydi? Sebebini bilmediğin bir şeyin peşinden nefes almadan koşmaktı… O zaman yazmalıydı. Hem de en korkusuz olanından… Güzel gözlü adam çayından büyük bir yudum aldı ve uzun uzun kâğıda bakarak kalemini hareket ettirdi…
“Cümlelerime isminle başlamak isterdim. Ama nafile beceremedim. Baktım ki artık her şey sen olmuşsun. Şunlar ellerindir desem olmaz şunlar gözlerindir desem hiç olmaz. Seni seviyorum, ruhum… Ömrüm seni severek tükendi belki ama bundan hiç pişman olmadım. Sen değil miydin?
“-Aşk tek taraflı duygudur. İki âşık bir araya gelince meşk olur” diyen.
Ne oldu? Aşk bende kaldı meşk ise başka ellerde…
Hani “–Seven sevdiğine sevdiğini söylesin” diye buyurmuştu Efendimiz? Neden, peki? Üzmedik mi şimdi efendimizi?
Arafta kalmış gibiyim artık bu geçici mekânda… Yıllar var ki o güzel gözlerin benden uzaklara derman olmuş. Şimdi düştün başka diyarların uzak yollarına. Yürüyorsun tek başına… Bilmez misin ki? Kalbe giden yollar tektir. Nereye baksan “ben” göreceksin. Tıpkı benim yollarımın sana çıktığı gibi… Belki kızgınsın belki de “-Seviyorsa gelecektir” diyorsun. Dermanım yok desem inanır mısın? Korkum senden değil, kendimden. Seni kaybetmekten… Tek tesellim beni hala sevdiğine olan inancım, gül yüzlüm…
Kahkaha atan her çocuğun gamzesinde senin güzelliğini görüyorum artık… Her yağmur sonrası toprağın kokusunu içime çekerken saçlarının kokusunu da ruhuma kenetliyorum. İzlediğim bütün filmlerin sonu aşkımıza çıkıyor sanki… “Deliriyor muyum, acaba?” diye düşünürken bir yıldız olup çöküyorsun gözlerimin tam ortasına. Kime anlatsam kime söylesem anlamayacak halimden, biliyorum. Hiç yananla yanmayan bir olur mu sevdiğim? Gözlerim bu kahır dünyasında mil çekilmiş gibi… Dilim ise adından başka her şeye lal olmuş. .Derdimi veren Allah (cc) dermanımı da verir diyorum. Seccademdeki her bir gözyaşımın hesabını ona vereceğimi çok iyi biliyorum. Belki çok sevdim diyedir bu imtihan… Ama aşk günah olsaydı hiç Yusuf ile Züleyha olur muydu? Kitab-ı Mukaddes der miydi? Kuyulardan çıkan o Yusuf boş yere mi sabır etti… Aşkla sınavını veren aşktan ölmeyecekti elbette… Memlekette savaş kapıda aşkım… Ülkenin sınır kapıları yangın yerine dönmüş. Düzen bozulmuş merhametsizler başa hükümdar olmuş. Ben ise ölümden korkmuyorum artık sen nefes aldığın sürece. Senin aşkındır beni koruyan… Yeter ki o uçurum gözlerin benden başkasına bakmasın… Affet, *misk-i amberim öyle **hodbin öyle ***bedbahtım ki… Elimde değil… Bu yüzden çaresizliğim sana değil, kendime… Seni seviyorum, gülüm… Gülen yüzüm… Seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim. Bir gün bu nefesim gök kubbede sadece bir ses olursa… Bil ki sen gelene kadar ****Azabu’l-Harik ‘de olacağım…”
Son kelimeler ile birlikte kalemin mürekkebi de kurumuştur. Güzel gözlü adamın yaşları zarfın üzerine yavaşça düşer. Mektubu postalamak üzere ağır ağır oturduğu yerden kalkar. Kapıya doğru yürür ve Osmanlı motifleriyle süslü çalışma odasının ortasındaki masaya şöyle bir bakar. Evet, bizzat kendi elimle postaya vermeliyim diye düşünür. Madem sevgi emekti… Şimdi zaman ölümün saati gibi yavaş işlemeye başlamıştır artık. Aldığı her nefes sol yanına ağır gelir.
Ekim 2014
İstanbul
Avrupa Yakası
Sabahlığını üzerine henüz geçirmişti ki kapı çaldı. Saçını lastik bir tokayla acele bir şekilde topuz yaparak;
-Kim o?
– Posta…
-Şuraya bir imza lütfen…
-Teşekkürler
Türk kahvesini fincana dökerken bir yandan zarflara bakıyordu. Derken ilgisini beyaz, küçük bir mektup çekti.
“-Allah Allah bu zamanda kim mektup yazar ki?” diye düşünerek eline aldı. Kahvesini de yudumlayarak tekli koltuğa geçti. Üzerinde sadece adres yazan ve kimden geldiği belli olmayan zarfı nazik ama meraklı bir şekilde açtı
Gözleri yavaş yavaş kelimelere yoğunlaşırken…”-Allah’ım… Bu O! Demek doğruydu” diye düşündü. Peki, Neden? Okudukça genç kadının koyu bal kokan gözlerinden yaşlar kâğıdın üzerine sicim gibi düştü… Ne gariptir ki; kâğıdın hep aynı yerleri lekeliydi. Salondaki büyük masaya ait sandalyeyi çekerek oturdu. Notların içinden beyaz, temiz bir kâğıt aldı ve tükenmez kalemiyle yazmaya koyuldu
Devamı Gelecek…
DİPNOTLAR
*Misk-i Amber: Rivayete göre Âdem (as) peygamber Cennet’ten mahrum kalıp Dünya denen bu yere geldiğinde sadece 3 şeye sahipti
Yaprak, asa ve parmağında bir yüzük…
Asa, Hz.Musa (as)’ya kaldı. Yüzük ise Hz. Süleyman’ın oldu ve yüzyıllar içinde Süleyman’ın mührü olarak bilindi. Yaprağı ise çok nadir bulunan bir ceylan yedi. Hem maddi hem manevi anlamda çok kıymetli olan bu koku ceylanın karın boşluğundan elde edilmektedir. Bu sıvı ile yazılan bütün dualar şifa verici olarak bilinir
**Hodbin: Sadece kendini düşünen ve bencil diye adlandırdığımız kişiye verilen Farsça kökenli bir kelime
***Bedbaht: Çaresizlik içinde kıvranan kimse
****Azabu’l-Harik: Kuran- ı Kerim’de cehennem ateşinden ve bu ateşin yakıcılığından çeşitli defalar bahsedilmiştir. O derece ki; “Nar=ateş” sanki cehennemin ikinci ismidir. Buna yakın şu ifadelerle de Kur’an da geçmektedir: “Sair=parlayan ateş” “Azab’ül-harik=yakıcı azap”