Siz hiç, herşey üstünüze geldiği anları yaşadınız mı? Hani böyle duvarların üstünüze geldiği, içinizde sessiz çığlıklar attığınız ve bütün dünyanın renklerinin anlamsız geldiği zamanlar…

İşte ben o sonsuz deliklerin içinde ışığı arayanlardanım. Depresyonda değilim, onu çok iyi biliyorum ama sıkkın ve bıkkınım. Mutlu değilim ama mutsuz da değilim. İçimdeki renk yok sanki… İkizler burcunun vermiş olduğu gel-git hallerinin en diplerindeyim. Sonbahar bizim gibilerin mevsimi değil ya, ben buna iyice kanaat getirdim. Mehmet Erdem’in buhranlı ve Jazz tarzı şarkıları gibiyim… Bir otobüse binip nereye gittiğimi bilmeden sadece gitmek istiyorum. Kulaklığımda en sevdiğim şarkılar ve gözüm yola kitlenmiş bir şekilde canımın istediği durakta inmek istiyorum

Faturaların, kredilerin, sorumlulukların ve aşkın yorucu hallerinin olmadığı bir yere gitmek istiyorum. Ben yorgunum ya… Başkalarına yetişmeye çalışırken kendime geç kalmaktan yorgunum… Ha bu arada 25 kilo fazlalığım varmış ve ben bunu 6 ayda stresten, daha çok düzensiz beslenmekten almışım. Bu da üzerine tuz-biber oldu. Şu anda yediğim karbonhidratlar içime oturdu.

Bir şeyleri yapıp daha sonra bozmakta üstüme yok. Düzen delisi olmama rağmen ne kadar çok karışık şey varsa, beni buluyor. Aşk konusu bile öyle… Normal şeyleri sevip onlara ilgi duyamıyorum. Etimi ısıran veya kanatan şeyler daha mı renkli geliyor ne? Sonra oturup “Hiç Konuşmadan” tarzı şarkı sözleri yazıp üzerine gırtlağımı yakan çayları deviriyorum. Bu yüzden delirmemek için yazıyorum zaten. Yoksa boktan dünya inan hiç çekilmez…

İç sesimize günah yazılıyorsa ben kesin cehennemliğim zaten. Ezik egolu insanların tükenmiş hallerine acıyıp daha beter etmemek adına merhamet ederken, kendi kıvranışlarımı bastırarak içimden konuşuyorum.

Bazen varoluşunuzun nedenlerini sorgularken bulursunuz kendinizi, değil mi? Ne için yaşıyorum veya nereye kadar gidecek böyle diye? Size bir şey söyleyeyim mi? Dünyada karşılıksız tek sevgi doğumdan itibaren annenin veya babanın çocuğuna duyduğu sevgidir. Yalın ve su gibi berrak…

Yaşam denen öğreti İstanbul’da Galata’nın bir ucundan diğer ucuna kadar yürüdüğünüz mesafe kadar kısa aslında… Gözlerinizi kapadığınızda geriye kalan bir avuç anı ve yalandan ibaret…

Şimdi sonbahar geldi… Mevsimin getirmiş olduğu depresif hallerimiz de geçecek elbet ama geçerken bırakacağı izler ne kadar derin olacak? Ben kendi adıma Twilight (alacakaranlık) serisindeki Edward Cullen ‘ın ormanın içinde bulunan evinin yeşil delisi manzarasına karşı verandada üzerimde pike ve kupamın içindeki sıcak kahvem ile düşünürken, üretmek istiyorum. Bugün bir arkadaşım ofise hem iş, hem de ziyaret için geldi. Londra’yı neden sevdiğimi sorduğunda ise verdiğim cevap tamamen iç karartıcı ve basık olduğu içindi. Çünkü bizim gibi tipler öyle olunca daha iyi yazıyor ve de çiziyoruz

İstanbul’un tozlu ve bohem sokaklarından bildiriyorum…

Ben üşüyorum… Benim için de bir kahve koyun…

Sohbetin en anlaşılmaz ve derin yerinde beni de anın… Çünkü mevsim gibi içimiz de dengesiz…

Sevgilerimle,
Didem Dizdar